“Bildiğimizi sandığımızla, gerçekten bildiğimiz arasındaki sürekli ayrılığı, yaşadığımız boyun eğişle gerçekten duyduğumuzda yaşamımıza altüst edecek düşüncelerle yaşamamızı sağlayan yapay bilgisizliği durmamacasına başvurulacak bir şey olarak görmek gerek.”
(Albert Camus, Sisifos Söyleni)
Yaşamın her evresinde toplumsal davranışlar, kendini yenilemeyi, güncellemeyi başarabilmiştir. Özellikle belirli bir grubun kabul ettiği ve yaşamlarının tam içine dahil etmek istediği kurallar çok daha agresif bir şekilde hatta öteki grupları pasife alacak şekilde kabul ettirilmiştir. Öyle ki geçmişte çok ayıplanan ve ahlaksız sayılan şeyler, günümüzde bilginin ve yaşamın devinimi sonucu normal gözükmektedir. Bu normalleşen yenilikler zamanın içinde yerini kolayca alır. Ve zamanın malı olan insanlar, öteki yeniliğin kabulüne doğru oldukça saf duygularla koşmaya devam ederler.
Zamanın, insanlara sunduğu en büyük dönüşümün özgürlük kavramı üzerinde olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Ahlakın özgürlüğü, işçilerin özgürlüğü, eşitliğin özgürlüğü, çocukların özgürlüğü, hastaların özgürlüğü, davranış ve düşüncenin yani ifadenin özgürlüğü… Ve bu kazanım yolunda can vermiş, hak kabulü noktasında mücadele edenleri özgürlüğü? Ölümle sonlanmış bir özgürlük, özgürlük müdür?
Toplumun bir sahne olduğunu ve içinde yaşayan insanların kendi hikayelerini aktarmaya çalıştığını düşünürsek, aslında insanların en beğendikleri role girerek kendilerini ifade ettiklerini, en beğendikleri özneyi, çevrelerine oynadıklarını görürüz. Bir öğretmen, kendi öznesinde yaşar, ahlak ve ifade özgürlüğünü büyüdüğü, yaşadığı çevreye göre sınırlar, bir işçi, emekçi öznesinin dışına çıkamaz, etrafında çıkabileceği bir zamanı olmaz, işverenin ona çizdiği sınırlar dâhilinde bir özgürlük alanı bulunmaktadır. Bir yazar, eserinde toplumun aynası olduğunu söylese bile, o toplumun ona inşa ettiği kalıbın ötesine çıkamaz. Toplumdaki her bireyin kendi özgürlük alanı, ötekine göre fazla ya da az olabilir. Toplum kendi içinde sınıflara bölündüğü gibi, ahlakı, eşitliği, rantı, özgürlüğü de bölmüştür. Bu çerçeveden bakıldığında, sınırlı özgürlük adı altında zamanını tüketen insanların tek ortak özelliği vardır, hepsi aslında zamanın birer malıdır.
Bir işçi, işveren grubunda o öznelerin dili konuşulmuyorsa, bu kalıba bağlı görev alan bireyler durumdan rahatsız olabilir. Toplumun belirli bir kesiminde “anne” öznesine kutsal denilmemesinin, ayıplanması gibi. Milletlerin kendilerini diğerlerinden ayrıştırmak için kullandıklarını sembollere toplumların yüklediği anlamlar gibi. Bakınız: İsveç’te, Kuran-ı Kerimin yakılmasına verilen tepkilerin altında yatan anlamlar, aslında ülkelerin, toplumlara bayrak, din, vatan gibi özneleri kutsal ve korunması gereken özneler olarak öğretmesinden geçmektedir. Buna göre, İnsan yaşamının kısa ve sınırlı niteliği, insanın kendisinden önemli değil, öğretiler, anlamlar ve özneler içindeki yaşam biçimi önemli olan. Tıpkı özgürlüğün bireyselliğinin değil, toplumsallığının önemli olması gibi.
Durumumuzu koşullandıran kanlı kesinlikler hiçbir ahlak, hiçbir çaba deneyime dayanmayan bir düşünceyle haklı çıkarılamaz. Anlamak birleştirmekten geçer. Zamanın malı olmaktansa onu yönetip içerisindeki öznelerden birisi olup olmayacağını karar verebilmeli insan, tıpkı toplumda iyi ya da kötü olabileceğine kendi iradesiyle karar verebilmesi gibi. Savaşarak ölmek yerine, yaşlanarak ölmeyi tercih edebilmeli, toplumun kültürel motivasyon öznelerinin malı olmadan yaşayabilmeli, insan, hayatı ve hikayeleriyle her türlü özneden kıymetli ve yaşam, olanaklar alanını tüketmeye başlandığında yaşanmaya değer.