“Yazık ki şeytan bile yüzümüze bakmıyor artık. Eskiden ne güzeldi. Tanrı bizimle, melekler yanımızda, şeytan peşimizdeydi. Ruh çağırıyorduk; ölüler-sağolsunlar- üşenmeyip geliyorlardı. Şimdi, biriyle karşılıklı oturmuş sohbet ederken bile bir anda kayboluyoruz. Ding! bildirim geliyor ve Puf! artık orada değiliz. Tüm hayatımız, kim isek o olmamak, kiminleysek onunla olmamak, nerede isek orada olmamak ilkeleriyle akıyor.”
(Murat Menteş, Afili Hafiye)
Yaşamınızın bir anında hiç rol yaptığınızı düşündünüz mü? Bir işi yaparken, müdürünüzle, arkadaşınızla, annenizle konuşurken hiç “ben bu değilim aslında” dediğiniz anlar oldu mu? Olmadıysa, söyleyeyim oynadığınız role –kendinize- çok inanmışsınız. Şimdiden tebrikler, toplumun en güzel vitrin vatandaşı olmaya hak kazandınız.
Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu adlı eserinin performanslar kısmında kişinin oynadığı role inanma evresini şöyle açıklıyor. Bir kimse bir rolü canlandırdığında ima yoluyla gözlemcilerinden gözleri önüne serilen izlenimleri ciddiye almalarını talep eder. İzledikleri karakterlerin sahipmiş gibi göründüğü niteliklere gerçekten de sahip olduğuna, yapmakta olduğu işin yol açacağı ima edilen sonuçlara gerçekten yol açacağına ve genelde her şeyin göründüğü gibi olduğuna inanmaları istenir kendilerinden. Buna uygun olarak, kişinin performansını ve sahnelediği gösteriyi “başkaları için” yaptığında dair popüler bir görüş de vardır. Performansları ele alırken soruyu tersine çevirmek ve kişinin karşısındakilerde yaratmaya çalıştığı gerçeklik izlenimine kendisinin inanıp inanmadığı sorusuyla başlanıldığında ise, yanıt aslında apaçık ortadadır. Oyuncu kendi oyununa tamamen kendisini kaptırmış, sahnelediği gerçeklik izleniminin gerçek gerçeklik olduğuna ikna olmuştur.
İnsan-özne teorisinden yola çıkarsak, kalıpların, kavramların toplumda oluşturduğu olgular, insanın şekil alma evresindeki vitrinine negatif katkı sağlıyor. Bu vitrine sahip benzer özellikte bir çok insanı, gruplar halinde bir araya getirerek onlara öğrenmen, öğrenci, doktor, hemşire, satışçı gibi özneler yüklüyor. Ve kişi hayatı boyunca aslında belki de hiç talep etmediği bir rolü, sırf benzer vitrin özelliklerine sahip olduğu için birey, yaşamı boyunca oynamak zorunda kalıyor. Tıpkı ilişkilere, aile kavramına, akraba ilişkilerine, toplumsal kimliklere yüklene özneler de olduğu gibi.
Teknoloji geliştikçe insan ilişkileri de farklı bir yöne doğru evrildi desek yanılmış olmayız. Asosyal insanlar kapalı kapıların arkasında her gün telefonlarına bakarak yapay bir dışa dönük vatandaş eylemi gerçekleştirdiler, ve bu rollerine inandılar. Sosyal insanlar toplumdaki konumlarının tam olarak ne olduğunu anlayamadıkları için yalnızlaştılar, yaratıcı potansiyellerini ortaya koyamadıkları için sahte ve yapay ilişkilerle oyalanmak zorunda bırakıldılar. İlişkilerin içine giren sağa ve sola kaydırmak gibi eylemlerin gerçekleştirildiği uygulamalar ise, insanı insan yapan soyut duygularının çok ani, hızlı ve birdenbire tüketmesine yol açtı. Toplum, televizyonda izlediği dizileri gerçek sandı ve yaşamına entegre etti. Postmodernizm günümüzde çok yanlış anlaşıldı. Domatesi fazla üretildi diyerek gereğinden fazla tükettik, hep talep fazlası oluşturduk asla elimizdekiler yetmedi, dubai çikolatası yemeden ölmemek için uzun uzun kuyruklara girdik, gerçekten bizi seven insanların alternatifleri olduğunu düşünerek onları bile sola kaydırdık. Oysaki hissedilen duygunun nasıl alternatifi olabilir? Kendimizi tüketmelere doyamadık. Bize yüklenilen role çok inandık. Ancak tam şimdi yeni karaktere geçme vakti gelmedi mi? Koşulsuz sevgiyi yaşamak için daha kaç role bürünmen gerek?