Savcı : Vicdan ile kötülüğü aynı kefeye mi koyuyorsunuz ?
Musa : Vicdan dediğiniz şey bu kötülükten doğmuyor mu ?
Savcı : Hayır bu haksızlık olur. Tanrımızın bize bağışladığı gerçek adalet demek lazım ona. Sizin ve patronunuzun muhakemesinde olduğu gibi.
Musa : Kendi adıma sizin adaletinizi tercih ederim.
Savcı : Bu kadar zorlamayın, yok yere kendinizi ipe göndermeye kalkmanızın nedeni bu olamaz mı ? Annenizin ölümüne sevinecek kadar sevgisiz, karınızın sizi aldatmasına ilgisiz kadar inançsız olmanın altından kalkamamış olamaz mısınız ?
Musa : Sahiden bu kadar karışık mı olduğunu düşünüyorsunuz ?
Savcı : En azından söylediğiniz kadar basit olmadığını biliyorum.
Musa : Söylediğimden daha da basit ama siz karıştırmayı seviyorsunuz. Boynunu koparacağınız insana borcunu ödeyeceksin demek işinize geliyor. Bana da yaptığınız gibi.
Savcı : Ne yaptık size ?
Musa : Üç insanı öldürmekle suçladınız ama annemin ölümüne üzülmediğim ve karımın aldatmasına kayıtsız kaldığım için cezalandırdınız. Bu da yetmezmiş gibi şimdide Tanrı’nın mahkemesine havale etmeye çalışıyorsunuz.
Savcı : Bu kötülerin bile bir şeye inanmak istediğini, bir anlama ihtiyaç duyduğunu göstermiyor mu ?
Musa : Benim için ikiyüzlülüktür bu. Böyle olmasaydı başkalarından önce kendinizi cezalandırırdınız.
Savcı : Peki bütün insanlık iki yüzlülük mü yapıyor ?
Musa : Daha da beterini. İnsan olmanın bütün yükünü benim gibilerin omuzlarına yıkıp kaçıyorlar.
savcı : Ya onların çektikleri. Bir bakın çevrenize. Dünya, inananların çektiği çilelerle dolu.
Musa : Siz çileyi değil, kötülüğü gösteriyorsunuz.
Savcı : Ağır konuşuyorsunuz. Eğer gerçek bu bile olsa, karımızın bizi aldatmasına seyirci kalıp, annemizin ölümünden sevinç duymayı kabul edersek, geriye pek bir şey kalmaz. İnsan ruhu bu kadarda boş olamaz.
Musa : Ya bu kadar boşsa ?
(Yazgı, 2001)
Yalnızlık nedir? İnsan kendini niye yalnız hisseder? Bu duygudan niye nefret eder? Niye bu kadar sever? Bu duygudan niye bu kadar korkar? Niye bu kadar sarılır? Yalnızlık, varlık ile yokluk arasındaki bir zıtlıktan mı ibarettir? Yoksa insanın kendini keşfetmesi yalnızlığını kabullendiği anda mı başlar?
Yalnızlık, öyle bir kavramdır ki üzerine yazılmış milyonlarca eser bulabilirsiniz. Bir şarkı sözünde kendi yalnızlığınızla eşdeğer bir hikâyede bir başkasıyla buluşabilirsiniz. Bir filmi izlerken “bu kadar da yalnız insan olur mu be kardeşim” diyerek hayretlere kapılabilirsiniz… Ama olur. Filmlerde izlediğiniz kadar yalnız insanlar olur. İzlediğiniz kadar anlaşılamayan insanlar da olur.
Çevresi çok kalabalık olup, yine de kendini oraya ait hissetmeyen insan zaten yalnız insan değil midir?
Albert Camus, Yabancı adlı romanında, bir gencin annesinin ölümüne karşı tepkisizliğini ve bu davranışından dolayı başına gelenleri anlatır. Bu genç verdiği tepkilerle, toplumun beklentilerini karşılamamaktadır. Toplumun ahlaki yargılarına ters davranıldığında, bireye karşı çok acımasız olan bu güruh, aslında kalabalıklar arasında yalnız insanın en net örneğidir. Peki, bu yüzden suçlu sayılabilir mi insan? Toplumun beklentilerini gerçekleştirmediği için, suçu toplumsal ahlaki anlama eşdeğer olmadığı için? Kendisini toplum içerisinde Nietzsche’nin tabiriyle üst insan olarak gören birey, (Nietzsche ahlakı köle ve efendi olarak ikiye ayırır. Ona göre toplumdaki tüm bireylerin varoluş nedeni üst insana ulaşabilmek ve onun amaçlarına hizmet edebilmektedir. Nihilizm kölelerin ahlakı olarak belirir. Köleler gerçek yaşamdaki güçsüzlüklerini unutmak için bir ideale veya bir kurmaca tanrıya gerek duyarlar. ) Camus’un romanındaki gençle aynı tepkiyi verebilir. Ölüme sevinebilir, duyguları anlamsız bulabilir. Bu yüzden toplumun genel yargılarına ters düşebilir. Bu durum ise bireyi, tüm kabalık içinde yapayalnız hissettirecektir.
Zeki Demirkubuz, Yazgı adlı eserinde, Camus’un yabancı romanından esinlendiğini söylemektedir. Demirkubuz’un filmindeki karakter, annesinin ölümüne soğukkanlı bir yaklaşım sergiler, hiçbir şey olmamış gibi günlük rutinini devam ettirir. Ardından işyerindeki kız arkadaşının “evlenelim mi?” teklifine “fark etmez” yanıtını vererek evlenir. Karakterin aslında hayattan hiçbir beklentisinin olmadığını bu diyalog içerisinde anlıyoruz. Ardından ihanete uğraması hatta işlemediği bir cinayet yüzünden 4 yıl hapiste yatması ve tüm bu yaşananlara karşı tepkisiz kalması, kişinin topluma karşı olan yalnızlığını ifade etmektedir. Kendini açıkladığında anlaşılmayacağı düşüncesiyle kendisini yormaz çünkü o Nietzsche’nin tabiriyle üst insana erişmiştir.
Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar kitabında Hikmet karakterinin başkalarının hayatında yer bulma hikâyesini, Hikmet’in tüm yalnızlığıyla okuyucuya sunmaktadır. Hikmet “seni anlıyorum” cümlesini duymak için bir sürü başka hayatlar içerisinde oyunlar oynamaktadır. Ancak çevresi Hikmet’i ilk zarfı kötü kapattığı gerekçesiyle, ondan sonraki her zarfa uzanışını endişeyle izleyen bir izleyici gözüyle bakmaktadır ona.
Travmatik bir savaştan çıkmış birisini düşünelim, gerçek hayata nasıl uyum sağlamasını bekleriz? Bu kişinin savaştan sonra gerçek hayata dair bir amacı kalmış mıdır? Arkadaşları kalmış mıdır?
Böyle hisseden birisi için depresyon ve yalnızlık kaçınılmaz olmaz mı? Her gün uyuyamayan, varoluş sancısı çeken, yalnızlığından kaçmak için daha çok çalışan ama yine de kendisini Tanrı’nın yalnız kulu olarak tanımlayan birisinin toplumdaki rolü neye dönüşür? Kişinin kendi içerisindeki çıkmazlarının ve anlaşılamama halinin şiddet boyutuna ulaşabileceğini hiç düşündünüz mü?
Taxi Driver filmindeki Travis karakteri yukarıda bahsettiğim özelliklerin hepsini taşıyor. Savaştan çıktığı için özellikle karşı cins ile sosyalleşmeyi beceremiyor. Hayata dair bir amacı olmadığı için her gün kendisiyle başbaşa kalmaktan uyuyamıyor ve geceleri bile çalışıyor. Toplumun normal kabul ettiği insan karakterinden çok uzak davranışlar sergilediği için karşı cinsle olan ilişkilerini yürütemiyor. Kendi hayatını kurtaramadığı için başka bir hayat içerisinde kahraman olmaya çalışıyor. Kahraman olmaya çalışırken toplumun ahlaki değerlerini önemsemiyor aynı zamanda kendi şahsiyetini de…
Ancak Travis gibi anti-kahraman özelliği taşıyan karakterler klasik kahramanların yapamadığı şeyleri yapar, seyircinin empati kurmasını sağlar. Filmi izlerken, kişi kendi dertlerinin yansımasını görebilir. Dönüşmek istediğimiz ya da dönüşmekten korktuğumuz davranışları başka bir kişinin hikâyesinde deneyimlime fırsatımız olur.
Kendinizin de bu karakterlere ne kadar benzediğinizi görmeniz mümkün. Biraz daha yakından bakın.