“Bir zamanlar seni sevmiştim. Ve sevgiyi senin suretinde yaratmıştım. Bu kalbin birini sevmeye ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. Göz yaşımı silmedin. Ve ben senin bilgisizliğinin artmasına izin verdim. Fakat hiçbir şeyi unutmadım. Ve hepsini aklıma yazdım. Ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana. Ve bulaşıkları yıkadım. Ve bütün sözlerimi yarıda kesmene izin verdim. Ben ki, bu konuda kimseye yetki vermemişimdir. Oysa, elimin tersiyle seni yıkabilirdim. Bıraktım ki, sen kendi sonunu hazırla. Ve bana bütün yaptıklarını bir bir aklımda tuttum. Derler ki tarla kuşu bütün gece öttüğü zaman, tarla faresi bütün ihtiyatı elden bırakır ve yuvasından çıkarmış. Ve beni deliğimden sen çıkarmıştın. Ve sonra bütün hayallerimi yıktın. Yönetimi eline aldın. Ve sonra birlikte sokakta yürürken, istediğin yerden karşı kaldırıma geçmeğe cesaret ettin. Ve önce kelime vardı; sen, önce vitrin vardı dedin. Ben konuşurken vitrini seyretme cüretini gösterdin. Hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara asmak gerektiğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, ben bu akşam biraz dışarı çıkmak isteyebilir miyim canımı, o canımı, bu canımı, her türlü canımı hep önce bana söylettin. Ve sonra yargılarıma katılmadın. Önce sen söyleseydin ve ben sana katılsaydım. Ve bana tuzak kurdum. Ve bana ilk sözü söyletmekle dönüşü olmayan yola ittin beni…”
(OĞUZ ATAY, Tehlikeli Oyunlar)
İnsan ilişkileri, dünyada yaşanan tüm gelişmelere takılı kalarak ilerlemiştir. Yaşanan savaşlar, ideolojik tartışmalar, ekonomik müdahaleler, medya üzerinden yapılan propagandalar… Hepsi günün sonunda insanı ve sosyal yaşamını etkilemiştir. Aslında bizzat dünyadaki tüm gelişmeler insan hayatına bir müdahaledir. Savaşların ardından azalan nüfus, dağılan aileler hepsi birilerinin kararına göre işlenir, alınan kararlara ise, halkın belirli bir kısmı uymak zorunda bırakılır. Zorunlu mücadeleye uyum sağlamak istemeyenler hain ilan edilir. Temelde zedelenen yine insan ilişkileridir.
Birçok yazar özellikle sanayi devrimi gerçekleşmeden önce 18.yy ortalarında, toplumu nasıl geliştirebiliriz, ahlaklı bir birey nasıl oluşturabiliriz ve iyi insan profilini ne şekilde topluma sunabilirize odaklanmışlardı. Charles Dickens, romanlarında iyi bir baba oğul ilişki tasvirini tüm dünyaya sunarken odak noktası insan ilişkileriydi, Mark Twain romanlarında gerçek bir toplum portresi çizmeye çabaladı ve çevresindeki insanların iç dünyasını eserlerine yansıtmaya çalıştı. Hepsi aslında aynı temel noktaya değiniyordu. Ancak dünyada bir şeyler değişmekteydi. Sanayi Devriminin gerçekleşmesiyle birlikte hayatımıza biranda yeni kavramlar girmeye başladı. Sınıf sistemi artık belirli çıkarlara dayalı ilerliyor, şirketler kay payı odaklı çalışıyordu. Firmalar, İnsanları adeta bir robotun ikamesi yerine koymuştu. Hayvan gücünü makineler almıştı, makine düğmesine basmak ve her gün aynı hareketi yaparak bir üretim sağlamak ise, sınıf sistemin en alt tabakasındaki güruha kalmıştı. Pastanın en küçük dilimini en kalabalık olan güruh, paylaşmak zorundaydı.
Bu dönemde gerçekleşen her yenilik insan ilişkilerine mecburi bir değişim getirmekteydi. Bu değişimden en çok etkilenen şey insanı insan yapan soyut duygularının zedelenme aşamasıydı. Birey artık kendisine ve içinde yaşadığı topluma yabancı bir varlık olarak anılmaktaydı.
Ingmar Bergman “Utanç” adlı filminde karı/koca arasındaki ilişkinin savaş döneminde değişen rollerini ve duygu dönüşümünü ele alırken, aslında değişimin gerçek sebeplerini de aktarmaya çalışıyordu. Savaş olmasaydı, insanlar taraf tutmak zorunda kalmasaydı, faşist yönetimler iktidarı ele geçirmeseydi, insanlar her an bir şey olacak korkusuyla yaşamasaydı, Bergman’ın filmindeki tema yine değişen roller olur muydu?
Her değişim insan hayatına dokunuyor. Yaşamda her şey insan için varolmuş gibi lanse ediliyor. Oysaki hayat tezatlardan ibaret değil midir? Varlık olduğu için yokluk ortaya çıkmamış mıdır? Kapitalizmle birlikte insanlar artık sadece tüketmek için yaşıyor. Tezatın güzelliğine karşı kör olmuş bir toplum…Tüketim anlayışını bir din gibi yayıyor. Artık her şeyin ömrü kısaldı. Sadece anlık hazlar için yaşanan bir toplum gözlerimizin önünde, insanlar her gün farklı bir rolle karşımıza çıkıyor. Farklılıkta tüketiliyor, yenilikte, değişim de. Bu yüzden hepsinin içi boş bu yüzden hepsi verimsiz. Hızlı ve düşünmeye dayalı olmayan her şey tüketildiği için.
Aldığınız herhangi bir ürünün ömrü ne kadar sürüyor? Yeni alınan bir kıyafete artık ne kadar yeni gözüyle bakılıyor? Askıya asıldığı andan itibaren eskimiş sayılmıyor mu? Yediğimiz yemekler, gidilen mekanlar, seçilen ilişkiler… her şey artık hızlı tüketimin bir ürünü haline gelmedi mi?
İnsan ilişkilerinin en temel taşı olan soyut duyguları kapitalizm yoketti. İlişkilere bir ürün gibi bakılan bu çağda kişiliğin, ahlaki duyguların, insani değerlerin, birlikte bir “an” paylaşımının hiçbir önemi kalmadı. Her şeyi yediğimiz yemekler gibi tüketiyoruz. İnsanları ilk gün tanıdığımızda yeni bir ürün gibi görüp ertesi gün askılarına kaldırıyoruz. Kelimelerin içi boş ve anlamsız, söylemler anlık, yaşantılar yalnızca haz için, her şeyi tükettik… anlamın içini boşalttık ve ne yazık ki içi boş bir balon gibi tepelere saldık. Artık balonu saldığımız tepelerden geri alamıyoruz ve her ulaşmaya çalıştığımızda dibe çekiliyoruz…