“Kişisel çıkarların itici gücüyle birtakım mevkilere gelmenin akıllıca bir yanı yok yani? Açgözlü budalalar daima gergindirler. Ve sinirlerini yatıştırmak için despotluk yapmaya ihtiyaç duyarlar. Cömertlikleri göstermeliktir. Kibarlıkları, bencilliklerinin zarıdır. Bunu, her fırsatta kendilerini aşikar veya örtülü bir şekilde övmelerinden anlayabilirsiniz. Kendi tevazularından bahsederek böbürlenirler mesela. Görüyorsunuz ya mösyö, toplumun “gizem” süsü verilmiş yüzeyselliği hiç de okunaksız değil.”
(Derde Deva Rendevu, Murat Menteş)
Doğduğumuz andan itibaren birçok öğretinin içinde buluyoruz kendimizi. Ailede içinde bulunduğumuz sayının ilk ya da ortanca çocuk olmanın önemi, âşık olacağımız ve olmamız gereken kişinin özellikleri, hangi mesleği seçmeliyiz ve nasıl giyinmeliyiz gibi en basit ve genel öğretiler, çoğu zamanda gelenek adı altında bizlere sunuluyor. Çocukluk dönemimizden eğitim hayatımızın geçtiği döneme kadar ailemiz aslında ne öğrendiyse biz de o öğretinin insanı oluveriyoruz. Belirli dönemlerde düşünce yapımızın değiştiğini savunabiliriz ancak toplumun içinde bulunan sınıf katmanızın kalıbı içerisinde değiştiğini çok sonra anlayacağız. İnsan yaşadığı öğretinin dışına ancak başka bir sınıf formuna ulaştığında erişebiliyor. Toplumda hangi sınıf içerisinde büyüyüp yetiştiyseniz o sınıfın öğretilerini alıyorsunuz. Bakınız: Orta sınıf olarak adlandırılan, belirli ihtiyaçlara borçlanarak erişebilen ve refah seviyesinin “borç karşılığı mutluluk” olduğunu çok sonraları bile farkedemeyen, sahte mutluluğu yüzüne bir dövme gibi kalıcı şekilde oturan bu sınıf, ne bir üst sınıfın öğretisine ulaşabiliyor, ne bir alt sınıfın çekincelerini anlayabiliyor.
Toplum, belirli dönemlerde benimsemeyeceği kimi öğretilere karsı çıkmış olsa da, kendi içerisindeki bölünmüşlüklerden kaynaklı sesleri bastırılmıştır. Çoğu dönem işçilerin haklarının yenildiği, kadınların hiçbir zaman eşit görülmediği ve her zaman iktidarın istediklerinin gerçekleştiği bir yüzyılda, aile, ilişki ve arkadaşlık yapılarındaki öğretiler belirli bir sınıfta bu gündemin dışına çıkamıyor. Alt sınıf, üst sınıfa geçerek refaha ulaşmak istiyor, kendi ellerinde aslında ne yoksa, üst sınıfın her şeyi olduğu öğretildiği için, ona ulaşmaya çalışılıyor. Ancak bazıları ise, ne düşüneceği değil de, nasıl düşünmesi gerektiği öğretilen toplumlarda bu replik ön plana çıkıyor “…Ben bir korkağım. Buna inanmayabilirsin ama güzel şeylerin olmasından bile korkuyorum. Her şey yolunda giderken, kötü bir şey olacak diye korkuyorum…Kusurları sevmiyorum ve mükemmellik beni korkutuyor. Nasıl iş bu? Mutlu olmaktan bile korkuyorum”. Leyla’nın Kardeşleri filmindeki bu replik aslında günümüzde gelişmemiş toplumların içindeki umutsuzluğu gözler önüne seriyor. Toplumun belirli bir kesimi tarafından takdir edilmenin verdiği kibirle insan ailesine neler yapabilir? Gerçekten bir üst sınıfın alt sınıftan birisine saygınlık duyması bu kadar zor mu? Ya da alt sınıftaki bir bireyin bu saygınlığı elde edebilmek için her şeyi yapabilmesi, yaşamını, ailesini hiçe sayarak bu öğretiden devam etmesi ne kadar kabul edilebilir?
İnsanları yoksulluğa, yanlış öğretilere tutunmaya, bir gram saygınlık motivasyonu için dilenmeye, sınıfsal ayrımlarla bölmeye, daha iyi bir yaşam formu için borçlanmaya, ömrü boyunca sadece borçlanıp çalışmaya, karsıdan gelecek sevgi için kendini yok saymaya iten durumlar aslında toplumun ta kendisi değil midir?