“…Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden. Kim dayanabilir zamanın kırbacına? Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, sevgisinin kepaze edilmesine, kanunların bu kadar yavaş yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine, kötülere kul olmasına iyi insanın…”
(William Shakespeare, Sen Aydınlatırsın Geceyi)
Sanayi Devriminin ardından, insanlar yaşadıkları toplumu kendi etkinlikleriyle yaratmaya çalışmışlardır. Yaratılan kapitalist dünya insanların yabancılaşma ve ezilmişliği yaşadıkları, insan ilişkilerinin kişisel değil “şeyler” üzerine kurulu olduğu bir dünya halini almıştır. “Ekonomi politik bir insan olarak proleterle değil, aksine bir koşum atı olarak, ihtiyaçları kesinlikle bedensel ihtiyaçlarıyla sınırlı bir hayvan olarak ilgilenir”.Marx’a göre, proletarya aslında kapitalist toplumda en yabancılaşmış sınıf olsa da, aslında kapitalistler de kar arayışlarında yabancılaşmış bir dünya içinde yaşarlar. Zengin ve refah içerisinde yaşayanlar kendi içerisinde bir sınıf ayrımına girmiş, işleri, ilişkileri insani olmaktan uzak,sermaye ve kazanç insani yaratıcılığın çok üstündedir. Bu sebeple gerçek bir insan toplumu kurmak, -insani potansiyelin yadsıması olduğu için- bir engeldir.
Kapitalist toplum tanım gereği yabancılaşmış bir emeğe dayanırken, kapitalistler işçilerin emeğini sömürmeye, üretilen artı-değeri, kar ve sermaye olarak ellerinden almaya çalışırlar. İşçiler kendi emeklerinin ürünlerine yabancılaşırlar. Toplumsal servet emeğin karşısına giderek daha yabancı ve daha egemen bir güç olarak çıkar… toplumsal emek sayesinde yaratılan muazzam nesnel güç işçiye değil, sermayeye aittir. Sermaye birikimi artarken, böylece, emek hep daha ucuz bir meta haline gelir, değeri düşer ve insanilikten uzaklaşır – insanların özgür bir biçimde sözleşme ilişkileri içinde giriyor görünmeleri sonucu değiştirmez.
Sistem kendi içerisinde krizler yaşarken işçi, işverenin konumu değişmemiştir. Aksine toplum içerisinde değişen her şey, işçinin konumu ve hakları konusunda bir engel teşkil etmez. Kriz teorileri içinde topluma aşılanmış tüketim alışkanlığının değişmemesi için, işçiler her değişime ayak uydurmak zorunda kalırlar. İşçinin aşamadığı alışkanlıkların değişimi bir metafor halinde işveren tarafından sunulur.
İnsanın, toplum içerisinde özgürlüğünün ve iradesinin kısıtlandığı en büyük alanlardan birisi gözetlenerek çalıştığı kurumdur. Çalışma ve yeme-içme saat aralığı, işverenin üretime zorladığı makinanın parçasının tam ve eksiksiz olması, izin günleri, ürettiği kadar elde edeceği karşılık tutarı… hepsi işverenin vicdanına kalmıştır. Toplum nezdinde iktidar, işçi nezdinde işverenle aynı anlama gelmektedir. İktidarın ise, yüksek güvenlikli hapishanesi toplumdur. Hapishane örneğinden yola çıkarak söz konusu gücü 4 adımda inceleyecek olursak; İlk başta, hapse girmeden önce zaten bir işi olanları ve orada kaldığı süre boyunca hapishaneye faydalı olacak şekilde, işlerine devam edebilecek olanların yerleştirildiği özneye dayalı alan. İkinci olarak, belli sınırlar içinde kendi başlarına yürütmeye muktedir olmasalar da, bir insanın, bir takım diğer işleri şöyle böyle kolaylıkla öğrenebileceği, benzer bir işi yürütme eğilimi olan, bu işler için eğitilmiş olanların yerleştirildiği alan, üçüncü sırada biraz evvel değinilen alanlara hiçbir eğilimi olmayan, ama mesela kömür taşıyıcıları, bahçıvanlar, çiftçiler gibi, aslında önceden bir iş için yetişmiş olanların yerleştirildiği alan. Son olarak, düzenli bir şekilde, meslek olarak hırsızlık yapmaları için yetiştirilmiş olanları ve daha önce hiçbir iş için yetiştirilmemiş olanların yerleştirildiği alan. Tüm alanları bir özneye sıkıştırarak “iyi eller”, “kabiliyet sahibi eller”, “ümit vaat eden eller” ve “ tembeller” gruplarıyla seslendirdiğimizde onları bir kalıbın içine sokmuş olacağız. Bireylere sunduğumuz bu kalıp onların toplum içinde var olmalarına ancak her şeyden önce kendilerini unutmalarına, çalışmayı ise, ibadet olarak görmelerine yol açacaktır.
Kapitalizm gibi sınıflara-dayalı toplumlar insanın iradesini, bilincini çarpıtır. Karın artması için, bireye ayrıcalık adı altında haklar tanınarak, yetenekleri sömürülür ve baskı altına alınır. Topluma ve üretim materyallerine yabancı bir birey ise, yaratıcı potansiyelinin de baskı altına alınmasıyla birlikte toplumda kendini ifade edemez, aksine yadsır, kendini mutlu değil bedbaht hisseder, fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştiremez, aksine fiziksel olarak tükenmiş zihinsel olarak gerilemiş hale gelir. Bu yüzde işçi, kendisini yalnızca boş zamanlarında yuvasında hissederken, işte yuvasından uzakta hisseder.Modern zamanlarda birey, kendisine verilen sınırla zamandamutluluğa ulaşma mücadelesi verir.